Yürünecek yollarımız vardı, arkamıza bakıp durmasaydık…
Sevgisini yüreğimize kazıyacağımız insanlar edindik; ihanetlerini sezmeseydik…
Belkiler ile hayatımıza giren ama keşke’leri kucağımıza bırakan niceleri içindi “Ah!” kelimesi; hak ederler miydi? Bilmek zor…
Her şeyin fazlası zarardır; sevgi dâhil…
Evet, evet, her şeyin fazlası zarardır. Zarar demişken; abimle geçenlerde iki buçuk saat üzerinde konuştuğumuz konuya bu hafta değineyim ki belki sizler içinde bir tecrübe kaynağı olur…
Konu umut… “Umut” denilince aklıma ilk gelen şey soğuktan donan askerin hikâyesi geliyor.(bu hikâyeyi en son paylaşacağım) Ankara dönüşü, abim anlatmıştı bunu. Onun yola çıkış sebebi, geçmişteki yaşadığı tecrübeleri derken uzunca hoş sohbet etmiştik…
Pamuk ipliğine bağlı olan hayatımız, umutlara dayalıydı, vesile olan her ne kadar birileri olsa da veren Allah. (İnancımız gereği) Bunun tam tersi olduğunu düşünen, hatta “Allah o işlere bakmıyor” diyen arkadaşlarımda oldu ama çok şükür ki “ya daha iyisi olacağı için ya da zamanı gelmediği için olmamıştır; inancı, düşüncesi içerisinde kaviyim)
Konuyu dağıtmayayım… Ne diyorduk; Umut. Aslında bu konu üzerinde uzun uzun yazmaya gerek yok öğrenmemiz gereken tek şey; “Nasip” kelimesi çünkü İnsana, nasip değilse bir şey, ne kadar koşarsan koşsun yakalayacağı tek şey yine nasibidir… Rüzgâra binip nasibinden kaçan insana şimşekler yetişirmiş.
Peki, insan nasibini kendisi kovalamaz mı? Elbette kovalar. Bizler zaten gayrete âşık olanlardanız… Kelam Sultanımın geliyor aklıma; “Vermek istemeseydi, istek vermezdi? Rabbim bir şeyi istetiyorsa verecektir”…(İnşaallah) Verinceye kadar çekilen sancı vardır ki ne dil döner anlatmaya nede kelam…
İnsan neyi, nasıl istediğini dikkat etmesi lazım, değil mi?
İnsan ne yapıyorsa kendine yapıyordu…
Eskiden Ay tutulurdu, Güneş tutulurdu… İnsan, insana tutulduğundan bu yana ümit ettiğimiz ne varsa rüyalarda bile gerçek olmadı… Nasip olmayınca…
İdbar ile ikbal arasında ince bir çizgiydi, nefes.
Gitti can, kaldı semerde iz…
Kadir gitti; kıymetin gardı tükendi…
Hepsini eyleyen insandı, eşek neylesin?
Gitti vasfı, insanın.
Musallaya bir Fatiha ve künyesi eklendi.
Ruhuna bir yer biçebilen olmadı…
Can öldü, canan tükendi…
Ümit ile ümitsizlik arasında ayakta beklerken siyah pantolon ve ceketin içerisine beyaz gömlek giymiş ince uzun boylu kadın, karşılıyor beni… Saçlarını arkadan toplayan bu kadın için acaba ‘onun sekreteri mi?’ Diye düşünürken resmiyetin ağababası olan bu yerde, bana sağ taraftaki kapıyı göstererek;
- Burada bekleyebilirsiniz! Dedi, sahte bir tebessümle…
Tam odaya yönelecekken sol tarafta Atatürk büstünün olduğu yerde yan dönmüş vaziyette saygı duruşunda duruyordu. ‘Bugün resmi bir gün mü?’ Diye kendi kendime bir an sordum, değildi… Günün önem ve anlamını anlayamadan kadının göstermiş olduğu odaya doğru yöneldim… Aklım, kahverengi takımın içerisinde ki o adamdaydı… Uzaktan, yan profilden görmüştüm… Onun beni görmediğini o kadar çok emindim ki…
Büsbüyük bir odaya giriş yapmıştım, odanın pencereleri yıllar önce yapılmış çelik mavi çerçeveliydi. Olaylar arasında denklem kurmasını seviyordum. Bu pencereler; Denizli’nin Serinhisar İlçesindeki emniyetin pencerelerini anımsatmıştı bana… Yeni Hükümet konağına bakınca, eskilerden eser yok… Mümkün de değildi zaten.
Hepsinde tül perde ve güneşlik asılı olan bu pencerelerin perdeleri kenara çekilmiş dışarısı tüm çıplaklığı ile ortadaydı. Lakin aklımın almadığı oda da ki üst üste yığılı halde duran yorganlardı… Eski evlerde yüklük olarak bildiğim, bu durum karşısında kendi etrafımda dönüp etrafı kolaçan ettim… Beni en çok hayrette bırakan, ortada yere serilmiş yataktı… Şaşkınlığımı fark eden kadın;
- Bu yatak, onun. Burada yatıyor, dedi. Hiç sesimi çıkarmadan kadının yüzüne baktım. Neden? Diye sorgulamamı beklememişti, sorgulayamazdım da…
Odanın içerisinde beş altı çocuk yatakların üzerinde oynayıp duruyordu. Sadece adamın yatağı hiç bozulmamış vaziyette duruyordu… Ayakta adamın gelmesini beklerken birden yerin sallandığını hissettim, deprem oluyor endişesi içinde irkilerek uyandım.
Hemen telefonu elime aldım… Saat gece yarısı 3…
12 senedir her türlü kahrımı çeken insanı aradım; o, iyi ki var!
- Deprem oluyor, çok korkuyorum…
- Korkma! Diye telkinde bulunan arkadaş kandilli rasathanesini baktı.
- “deprem görünmüyor, kâbus gördün sanki” cevabını almama rağmen mutmain olmamıştım… Sallanmıştım, emindim… Telefonu kapatır kapatmaz, kandilli rasathanesini kendim inceledim. Belki sosyal medya da birileri yazmıştır diye oralara bile gezindim; nafile, deprem falan olmamıştı…
Aklıma gördüğüm rüya geldi, ‘rüyamda bile göremedim’ deyip yakındım…
“çok şey istemiyorum, Allah’ım”…
İdbar ile ikbal arasında kalan nefesimi odanın içerisine salıp, gecenin bir yarısında bu kadar mı ümitsizlik olur diye düşünmeye başladım…
Özlem, nasılda sarmıştı… Bütün dağların karını, yüreğimdeki ateş söndürmüşte; ahuzarı bana düşmüş gibi. Gülün dikenleri elime batmış can acısını yürek acısına boyamış gibiyim… Sessizliğime çare bulamıyorum. Umut, denen şey yavaş yavaş öldürüyordu… Geçenlerde umut üzerine kelam erbabı bir arkadaş ile konuşurken; “mideyi dolduracak kadar değil, dişinin kavuğunu dolduracak kadar umut edin” demişti… Haklıydı!
Öyle ya bir askeri öldüren de umut olmamış mıydı?
Nasibimizde olanı Rabbim, dilimize dahi gönlümüze dua olarak düşürsün duasıyla… Askerin hikâyesini sizinle paylaşayım;
Rivayet odur ki; Kral, dondurucu bir kış günü gecenin soğuğunda nöbet tutan bir muhafıza sordu:
-“Üşüyor musun muhafız?”
-“Ben soğuğa alışkınım kralım” dedi muhafız.
-“Olsun, ben yine de sana sıcak elbise getirmelerini emredeceğim” dedi ve gitti.
Lakin emir vermeyi unuttu. Aradan biraz zaman geçince nöbet yerinde muhafızın soğuktan donmuş cesedini buldular. Muhafız nöbet yerinde bulunan duvara bir yazı yazmıştı.
“Kralım ben soğuğa alışıktım, beni soğuk değil, sizin sıcak elbise vaadiniz öldürdü”
İnsan, bekledikçe değişir; olumsuz düşüncelere girer. Önce umudu öldürürsünüz. Ardından sevgi, saygı, güven ölür… Dostluk ölür, muhabbet ölür!
Unutmayın, beklentilerinizi ne kadar azaltırsanız o kadar mutlu olursunuz…
Ve her şey nasip çizgisi üzerindedir…
Velhasıl kelam olanda da olmayanda da vardır; hayır. Önemli olan bu sabrı gösterirken kazandıklarınız ve kaybettiklerinizdir…
Son olarak;
“Dağın altında olsan da, senin nasibin sana isabet eder" İnanan kazanır; inanmayan, mücadele etmeyen göze almayan sadece edebiyat yapar.
Kalplerin sahibi Allah'tır.
Belki ile keşke çizgisi üzerinde boş yere durmayın!
Ismahan ÇERİBAŞI