Benim harcım değil, sevmek.
Sevip beklemek...
Sözü renklere çalıp kelamı kalem etmek...
Sokakları bilirim, ben.
Dip dibe evleri, köşe başında bekleyen evsizleri...
Sevmek nedir, bilmem ben...
Acıyan canımı bilirim, beynimde volta atan soruları...
Kana bulanmış yolları, yerde yatan itleri...
Ben, beni bilmem, seven nice olur deyivermem...
Ben bilmem sevmeyi...
Taşı bilirim, toprağı bilirim.
Taştan yaptığım duvarları bilirim...
Hasretlik yazmaz, kitabımda
Ölümü bilirim, kör kurşunu bilirim.
Kör topal hak diye inleyen namerdi bilirim...
Birde geçen 13 yılımı…
Katre katre dökülen, hüzme hüzme sızan gece; yoğrulup doğrulmuş, dünden bugüne... Salkım saçak, kir pas içindeki gündüzün ellerinden kurtulup gelmiş...
... Sağ elinin işaret parmağı ile kitabın sağ alt yaprağından tutup, diğer sayfaya geçti...
İşte merak içinde beklediği cümleler... Baştan sona hepsini okudu... Neyi, neden yazdığını anlamaya çalıştı... Aşikâr olmayan ama açık vermeye meyilli cümleler bağdaş kurmuş gözlerine bakarken anlamaya çalıştı...
Anlamak zor, pusuya yatmış başlık şifa değildi... Kitabın üzerinde usulce sessiz sessiz bekledi... Ortalardan bir iki cümleyi tekrardan okudu...
... Dünden kalan yarım yamalak cümleleri hatırladı... Oturduğu masa, duyduğu cümlelerden daha ağırdı... Yapamadı... Telefona sarıldı... Numaraları çevirip aradı. Biliyordu açacaktı... Cevapsız kalmamıştı hiçbir zaman...
Kimsesiz çocukların akşamüzeri yatakhanede sessiz sessiz ağladıkları, ümitsiz gözlerini tavana dikip hayal kurdukları odalardan çok farklıydı odası... Kapıdan içeri girer girmez masa karşılıyordu... Sonra önünde iki koltuk... Sağ tarafta kitaplık... Duvarda anlaşılması çok zor olmayan resimler ve iki adet Arapça yazı... Oysa okuduğu cümleler kimsesiz çocukların oyun oynadığı parktan ibaretti...
Geçmişini, geleceğini düşündüğü penceresi ensesinden bakıyordu... Üşütecek kadar soğuk değildi hava...
Evin diğer odasında yemekler, çaylar pişiyordu ama hiç bir odaya dağılmıyordu kokusu hiç bir şeyin.
Ev, hem yetim hem öksüz kalır mı? Kalır!
Telefon ile konuşurken önündeki kitabı bir çırpıda kapatıp çekmeceye yerleştirdi... Kitaptan ziyade cümleleri biriktirir olmuştu. Dedim ya oturduğu masa duyduğu cümlelerden daha ağırdı... Bir hükmü kalmamıştı yazılanların. Sadece adına yazılmış satırlar gömülmüştü çekmecenin karanlığına... Bir daha çıkarılıp okunur muydu yoksa yakılır mıydı satırlar? Bilmiyorum...
Şiirlerin yandığını görmüştüm... Kitaplarda yakılırdı elbet... Öyle değil mi?
Sevmemişti bu sefer satırları. Ona yabancı olan, kendini bulmadığı yazıyı okumak istemiyordu artık. Aslında kabul edemediği masanın tarafıydı... O satırları masanın başında değil de diğer tarafında okumuş olsaydı böyle olmayacaktı…
Eskiden öyle miydi? Merak eder, sorardı... Yetim ve öksüz evin sahibi bitirmişti o merakı... Söyleyivermişti odanın bütün sırrını; Kokusunu, dokusunu...
Artık zaman "konuştukça çok olacağı, sustukça yok olacağı" zamana denk düşüyordu... Bu cümleyi bir yerde birine de kullanmıştım… Ağırlığı olan lakin kimsenin kolay hissedemeyeceği cümlelerden bir tanesiydi…
Hiç bir şey eskisi gibi olmayacağı kanaati, içini yese de, dönüp bakmak istemiyordu bir daha geriye...
Kitaplığında kara kaplı ajandasını alıp masaya yerleşti tekrardan. Konuşmanın en güzel yanıydı bu. Saat gece yarısı, ikiyi geçiyordu. Gümüş rengindeki kalemi alıp, başladı içini dökmeye...
Beşeri aşkların gönül evini nasıl talan ettiğini yazacaktı ki yakıştıramadı; 'gözlerine ayıp olur' dedi kendi sesini duyacak şekilde... Yokluktan bahsedecek oldu, 'yalan' dedi... Hiç olmayan bir şeyin yokluğundan bahsedemez ki insan diye karşılık verdi...
Gözlerini kapatıp o son günü hayal etti... Gülümsedi. Ondan geriye kalan bir kalemdi… Mürekkebi bitmek üzere olan…
Kalemi parmaklarının arasında çevrilirken anımsadı; kurduğu hayallerin olma olasılığının, artık sıfıra indiğini... Vakitsiz öten horoz gibi alınmıştı bütün cümlelerin başları...
Ve unutmuştu sonunda… Yürüdüğü yolu, baktığı gökyüzünü,
Sol yanına taktığı nişaneyi…
Hükmü kalmamıştı, sözlerin…
Bir kare resimde yoktu ki, yırtıp atsın…
Uykusuz gecelerin mizanını çıkarırken, hatırladı; telefonda ne ismi nede cismi olmadığını…
Yıllar sonra öylesine çıkıp gelmişti…
Dost, kervanları bile göçüp gitmiş, entaride bir taş kalmamıştı…
Hükmü yoktu, olmamıştı hiç kimsenin yüreğimde… Çünkü harcım değildi; sevmek…
Ismahan çeribaşı